BİR ATÖLYE KURSAK

Ali Hüsrevoğlu

Bizim inancımıza göre Allah her şeyi bilir, her şeyi bütün yönlerinden ve olduğu şekilde bilir. O’nun için gayb yoktur, dolayısıyla bütün zaman ve mekan kayıtlarından ve boyutlarından münezzeh olarak bilmediği hiçbir şey yoktur ve olamaz.

Fakat biz öyle değiliz, olmamıza da imkan yoktur. Şimdi öğrenip bildiğimizi sandığımız şeyler zaman içinde olgunlaşmaya, değişmeye, gelişmeye, tashih edilmeye, tamamlanmaya muhtacdır. Dolayısıyla yaptığımız bir çalışma ile böbürlenmek, kibirlenmek, küçük dağları yaratmış havalarına girmek hiçbir zaman hakkımz değildir ve olmamalıdır. Cenâb-i Hak, “büyüklenmek yalnızca benim hakkımdır. Kim kendi bu konuda bana rakip görürse onun belini kırarım” buyurmaktadır.

 

Bir sanatkâr, eğer kendine bir eser meydana getirmek nasîb olduysa herşeyden önce “Ey kâinatları akılların ve hayallerin tartamayacağı ihtişamda, ihtişamlar içine gizlediğin sonsuz kere sonsuz inceliklerle ve bizim tasavvurlarımıza sığmayacak programlarla yaratan Rabbım, eğer sen benim gözlerime görme kābiliyeti, birbirine çok yakın renkleri ve tonlarını seçme yeteneği, karşıma koyduğum bir çizginin mini minnacık dengesizliğini gözlerime verdiğin denge unsuruyla farkettirmeseydin, ellerimi titrek, kalbimi sabırsız, çalışma ortamını düzensiz kılsaydın ben bu eseri meydana getiremez, şu fâni dünyadan göçtükten asırlar sonraki nesillere mesaj bırakamazdım. Bu eseri meydana getiren kābiliyetler sistemini ve bu kābiliyetleri  işleten enerjiyi yaratan ve veren bizzat sensin. Bu sebeple ben sana sonsuz hamd ü senâ borçluyum” diyebilse hiç şüphesiz ki kendine yakışanı yapmış  olur. Eğer Allah bu eseri beğenmiş, “sâlih amel” kapsamına almış  ve kabul etmişse gelecek nesillerin gönüllerinde bu san’atkâr kulu için sevgi ve ilgi yaratmayı üstlenmiş demektir. Buna delil istiyorsanız Meryem Suresinin doksanaltıncı ayetine bakabilirsiniz: “Îmân eden, yani Allah’ı kendine güvendirenler ve sâlih amel işleyenler için Rahmân gönüllerde sevgi yaratacaktır”.

 

Sâlih amel ne demektir? Biz bunu namazı dosdoğru kılmak, gününde oruç tutmak, malının zekâtını vermek.. ten ibaret zannederiz. Halbuki bunlar ibâdet kapsamında olan davranışlardır. Ahlâk olarak insanlığı yaşatan, ayakta tutan asil bir davranış, intikam ve cezaya muktedirken affetmeyi başarabilmek, kendine vermeyene vermek, senden ilgisini kesene ilgisini devam ettirmek sâlih ameldir. Eğer sanayici isek, ürettiğimiz ürünü dünya piyasalarında itibarlı ve vazgeçilmez bir kalitede üretiyorsak bu sâlih ameldir.

 

Şimdi san’ata gelelim. Birçok örnek içinden Osmanlı döneminin son hattatlarından Sâmî Efendi’yi bu yazıda örnek olarak sunmak istiyorum: Muâsırı olan birçok meslekdaşından her bir tasarımına gösterdiği olağanüstü özen ve titizliğe ilave olarak belki o vakte kadar birçok san’atkârın düşünmediği bir “istişâre ve paylaşım atölyesi”ni evinde kurmuştu. Kendisini dâmâ rahmetle andığımız Osmanlı’dan Cumhuriyet’e köprü insanlardan biri olan büyük üstad Süheyl Ünver yetmişli yıllarda bir yıl kadar çıkabilen Kök dergisinde Sâmi Efendi hâtırâtını anlatırken şunları naklediyor: “Yeni yapmayı düşündüğü bir eser üzerinde en az bir hafta ön çalışma yaptıktan sonra istife ilk şeklini verir, üç hafta süreyle o çalışmayı gözünden uzak tutar. Çünkü böyle bir çalışmada göz alışmıştır ve hataları görmez. Üç hafta sonra o çalışmayı raftan indirir ve tekrar zihninde en küçük pürüz kalmayıncaya kadar olgunlaştırır. Bu da günlerce sürebilir. Fakat bu kadar çalışma Sâmî Efendiyi iknâ etmeye yeterli değildir. Emsâli olan meslekdaşlarını o eserin yemeğine davet eder. Herbirine ısrarla ve vebal yükleyerek bu çalışmada bir eksiklik, kusur, kural dışı bir şey görüyor musunuz diye sorar ve samimi tenkidlerini bekler. Herkes görüşünü paylaşır, bunlar içinde değerlendirmeye alınmayı hakedenler değerlendirilir ve eser üzerinde son çalışmalarını tamamlayıp kalıbı hazırlanır ve zerendud ustasına teslim edilip eserin altın elbisesi içinde arz-ı endâm etmesi beklenir.

Bu süreç, Sâmî Efendinin bütün eserleri için geçerlidir. Zaman zaman keyif alacağı şeyler yapar. Yeni yaptığı bir tasarım çalışma masasında açık durmaktadır. Gönül dostu hattat arkadaşı Ömer Vasfi Efendi gelirken Sami Efendinin görevlendirdiği kişi ondan saklar gibi yaparak hemen masa üstündeki yazıyı dürüp kaldırmaya yeltenirken Ömer Vasfi Efendi üzerlerine panter gibi atlar ve yazıyı saklamasına fırsat vermez ve hayranlıkla seyreder. Sâmî Efendi bundan büyük keyif alır.

Sâmi Efendi her gelen müsâfiriyle birlikte eskilerin şablak dedikleri ve bugünkü fincanların yaklaşık iki katına denk gelen fincanıyla kahve içer, hiç de eli titremez.

Nüktedandır. Anlattığı bazı fıkraları dinleyenler arasında gülmekten dengesini yitirenler olur, fakat kendine hâkimdir, hiç gülmeden durabilir.

Bu kısa mahabbetin maksadı şudur ki, bu aziz vatanda ölü toprağı Allah nasıl yeniden diriltip hayata kavuşturuyorsa Kur’ân’a ve Sünnete hizmet aracı olan bu Hat San’atını da nice gâile ve felâketlerden sonra yeniden diriltti. Allah’a minnetdârız. Bu nimete şükretmeyi hiçbir zaman unutmadan yaptığımız yeni ve ana fikir taşıyan çalışmalarımızı emsâlimizle ve talebelerimizle paylaşıp, daha özgün ve daha etkili eserler meydana getirmeye çalışsak, paylaşma duygusunu yaygınlaştırıp bu güzelliklerin ve değerlerin daha fazla vicdanda yankı bulmasını sağlasak herhalde Allah’ın bu nimetine daha lâyık bir teşekkürü sunmuş oluruz.