BEYİTLER ARASINDA HAT SANATI

Osmanlı şairleri kimi zaman kurguladıkları hayalleri söze dökerken hat sanatı ile ilgili terimleri de kullanarak beyitlerinde çeşitli benzetme ve çağrışımlara yer vermişlerdir. Hat sanatına isim olmuş “hüsn-i hat” tabiriyle birlikte bu sanatın temel malzemelerinden kalem, kâğıt ve mürekkep başta olmak üzere, hokka, kalemtıraş, makta, rîk; yazı çeşitleri ve yine bu sanatla ilgili bazı terimler, uygulamalar vb. beyitler arasına serpiştirilmiş bir biçimde karşımıza çıkar. Bu söz ve terimler şairler tarafından, şiir ve söz söyleme sanatının esasını teşkil edecek şekilde, çoğu zaman hem bu sanata dair anlamını hem de şiir terminolojisinde yer etmiş başka anlamını/anlamlarını birlikte verecek biçimde kullanılmıştır.

Matbaanın henüz kullanılmadığı dönemlerde başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere bütün kitaplar elle yazılıp çoğaltılıyordu. Osmanlı şiirinin güçlü kalemlerinden Bâkî, bahar mevsiminin tabiat üzerinde çizdiği renk ve şekilleri âdeta bir hattatın sayfa sayfa sevgilinin güzelliğinin âyetini yazması gibi düşünmüştür. Daha açık bir ifadeyle “bahar hattatı” güzellik âyetlerini varak varak yazmış, bu varakların birleştirilmesiyle âdeta gül mushafı ortaya çıkmıştır. Bu tabloda bülbül de güzellik âyetini gül mushafından ders olarak okuyan biri durumundadır:

Yazdı bahâr âyet-i hüsnüñ varak varak

Gül mushafından okudı bülbül sebak sebak

Şair bir başka beytinde bu kez ilkbaharın bir ay içinde yer yer kırmızı yazıları lâlelerden, hattı çimenden, noktaları şebnemden olan bir Gülistan kitabı yazdığını belirtir. Kelime anlamı itibarıyla gül bahçesi demek olan “gülistân” aynı zamanda Osmanlılarda yaygın biçimde okunan kitaplardan biri olan Sadî’nin Gülistân adlı eseridir. Lâleler, bu kitabın satır aralarına serpiştirilmiş kırmızı mürekkeple yazılan bölüm başlıklarına, çimen yazıya, baharda çokça görülen çiğ taneleri ise noktalara benzetilmiştir. Şairin ustaca kullanımlarından biri olarak karşımıza çıkan “bir ay içre” ibaresi hem baharın ortalığı yeşerttiği bir aylık dönemi hem de bahar hattatının sözünü ettiği kitabını bir ay gibi bir süre içinde tamamladığına işaret etmek içindir:

 

Bir Gülistân yazdı bir ay içre fasl-ı nev-bahâr

Lâle yir yir sürh olupdur sebze hat şeb-nem nukat

“Güzel yazı” anlamına gelen “hüsn-i hat” tabiri “hat” kelimesinin “yüzde yeni beliren tüyler” anlamından hareketle şairler tarafından iki anlamını da çağrıştıracak biçimde çokça kullanılır. Zâtî’ye göre sevgilinin yüz güzelliğinin özelliklerini güzel yazıyla yazmak için Hz. Yusuf’un çene çukurunu mürekkep hokkası (= devât) olarak kullanmak yeridir. Anlaşıldığı gibi şair “hüsn-i hat” tabirini güzel yazı anlamında kullanmakla birlikte söz konusu  anlama da bir çağrışımda bulunmayı ihmal etmemiştir. Güzellik timsali olan Hz. Yusuf’un sevgili ile kıyaslanması yaygın bir durum olmakla birlikte sevgili tahayyülünün Hz. Muhammed’e (sav) kadar uzanabilecek bir çağrışım alanı taşıdığını göstermektedir:

Hüsn-i hat ile cemâlüñ sıfatın yazmag içün

Yûsufuñ çâh-i zenahdânı revâ olsa devât

Hat kelimesiyle aynı söz oyununu oynayan Üsküplü İshak Çelebi sözlerine hüsn-i hattın kişinin göz nurunu artırdığı inancını da eklemiştir:

Gel giderme hatt-ı ruhsâruñ temâşâ idelüm

Gözi nûrın arturur dirler kişinüñ hüsn-i hat

Yazı yazmak için kullanılan temel malzemeler kalem, kâğıt ve mürekkeptir. Kamış kalem, boğumlardan oluşan bir yapıya sahip olması bakımından Bâlî Çelebi’nin beytinde olduğu gibi genellikle hizmet için bel bağlamış, kemer kuşanmış bir kişiye benzetilir. Şair, kalemin uzun endamının boğum boğum olmasını sevgilinin hizmetinde kemer kuşanmasına bağlar:

Kadd-i bülendi oldugı budur bogun bogun

Kuşandı hıdmetüñde bir iki kemer kalem

Kalem yapımında kullanılan kamışın içinde bulunan ince liflere “nâl” denilir ve kamışı kalem haline getirme aşamasında bu lifler temizlenir. Mesîhî’ye göre nâller keman kaşlı sevgilinin ok gibi kirpiklerine benzemeseydi, kalem onları sinesi içinde saklamazdı:

Ey kaşı kemân oklaruña benzemeyeydi

Kılmazdı kalem nâllerin sînede ihfâ

Kamış kalemin ucu, açılıp şekil verildikten sonra mürekkebin rahatça akmasını sağlamak için ortadan ikiye yarılır. Bu işleme “şakk-ı kalem” denir. Zâtî’ye göre kalemin dili, şairin sevgilinin şeker dudağının vasıflarını zikr ettiği zaman aldığı lezzetten yarılmıştır:

İki şakk oldı zebânı lezzetinden hâmenüñ

Tâ ki şekker lâ‘lüñüñ evsâfını zikr eyledüm

Bâkî’nin aşağıdaki beytinde ise kalem, ucunun yarık olmasından dolayı Hz. Ali (ra)’nin iki dilli, çatal ağızlı kılıcı zülfikâra benzetilmiştir. Şair kendisini nazım, yani şiir/söz meydanının Hayder-i Kerrâr’ı olarak nitelendirerek kaleminin ucunu (= nevk-i hâme) zülfikâr, şairlik kudretini (= tab’) de Düldül’e benzetir. Bilindiği üzere Hayder-i Kerrâr Hz. Ali (ra) ’nin lakabı, Düldül ise atının ismidir:

 

Hayder-i Kerrârıyam meydân-i nazmuñ Bâkıyâ

Nevk-i hâme Zü’l-fekâr ü tab‘ Düldüldür baña

Aşağıdaki beyitte sevgilinin kaşının inceliği karşısında Bâkî “Kudret kâtibi güzellik sayfasında yanağının üstüne kıl kalemle “râ” harfi yazmıştır” diyerek ince yazıları yazmada kullanılan kıl kalemlere işaret etmiştir:

Kaşuñ ol râdur ki yazmış anı kudret kâtibi

Kıl kalemle safha-i hüsnüñde ruhsâr üstine

Eskiden bilhassa yüksek rütbeli ve zengin kimseler tarafından kullanılacak kalemlere zamkla altın varak yapıştırılır ve kalemler bu şekilde altınla kaplanırdı. Beyitlerde geçen “altın kalem”le bu kastedilir. Bâkî’nin aşağıdaki beytinde sabah vaktinin beyazlığı gümüş bir levha, güneşin ışıkları ise altın bir kalem gibi düşünülmüştür:

Beyâz-ı subh-dem bir levh-i sîmîn

Şu‘â‘-i âfitâb altun kalemdür

Kemâl Paşazâde’nin beytinde geçen “rengîn kalem” ibaresi de kamış kalemlerin aynı zamanda boya ile renklendirilmesine işaret ediyor görünmektedir. Şaire göre kalem, sevgilinin saçı sebebiyle öylesine kan ağlamıştır ki elbisesini kan ile renklendirmiştir. Kalemin kan ağlaması kırmızı mürekkepten kinâye olmakla birlikte, kişileştirilen kalemin akıttığı kanlı gözyaşlarının kalemi baştan aşağı kırmızıya boyaması, kalemlerin çeşitli renklere boyanmasını çağrıştırmaktadır. Diğer yandan burada kendi hakikî rengi kızıl olan bazı kamış kalemleri de hatırlamak gerekir. Şair bu rengi, kalemin kan ağlayarak elbisesini boyaması şeklinde hayal etmiş de olabilir:

Zülfüñ ucından senüñ şu deñlü kan agladı kim

Eylemişdür câmesini kan ile rengîn kalem

Renklendirme işlemi hem beyazın gözü rahatsız ediciliğini kırmak hem de hoş bir görüntü oluşturmak için daha ziyade kâğıtlar üzerinde uygulanır. Revânî renkli yapraklarla bezenmiş bahçeyi renkli kâğıtlardan (= evrâk-ı rengîn) oluşan bir mecmuaya benzeterek bahçeyi çevreleyen akarsuyu, suyun renginden ötürü, bu mecmuanın kâğıtlarının etrafına çekilmiş gümüş renkli bir cetvel gibi düşünmüştür:

 

 

Bâg bir mecmû‘adur evrâk-ı rengîn ile kim

Cedvel-i sîmîndür etrâfındaki âb-i revân

Zâtî ise sevgilinin dudaklarını anlatan şirin, hoş, yeni ve renkli bir gazel söylerse kâğıdının şeker renkli ve Semerkandî olması gerektiğini ifade eder. “Tatlı” anlamına gelen “şîrîn” kelimesinin kullanılması, dudağın arka planda şekere benzetildiğinin işaretidir. Bu bağlamda kâğıt çeşidi olarak “şeker-reng”in kullanılması da tesadüfî değildir. Şeker-reng ve Semerkandî’nin eskiden kullanılan meşhur kâğıt çeşitleri olduğu malumdur:

Lebi vasfında bir şîrîn ü ter rengîn gazel dirseñ

Gerekdür kâgıdı Zâtî şeker-reng ü Semerkandî

Kâğıtları süsleyip parlatmak ve hoş bir görüntü oluşmasını sağlamak için zerefşan yapılır. Bâkî, II. Selim için yazdığı kasidesinin bir beytinde üzerindeki rengârenk çiçekleri sebebiyle olma- lı çimeni yeşil parlak bir zerefşanlı kâğıda ben- zeterek bu göz alıcı parlaklıktaki kâğıda padi- şahın methinin yazılmasını uygun görmüştür:

Bir yeşil garrâ zer-efşân kâgıd olmışdur çemen

Yaraşur yazılsa ger medh-i edîb-i nükte-dân

Klasik siyah mürekkep imalinde is kullanılırdı. Bâkî aşağıdaki beytinde kalemi “elif” harfine hokkayı ise “güzel he”ye benzeterek ikisinin birlikte yazıyla “âh” şeklini anımsatmasından hareketle gam harflerine âh şeklinin kalem ve hokka, siyah dumanın ise mürekkep olduğunu söyler. Burada âhın siyah dumanının (= dûd-ı si- yâh) ise benzetilmesiyle mürekkebin ana maddesinin is olmasına gönderme yapılmıştır. Daha açık bir tabirle şair dert ve gamını, çektiği âhlarla âdeta yazarak ifade ettiğini, âh dumanı ve is mürekkebi arasında ilgi kurarak dile getirmiştir:

Harf-i gama devât u kalem şekl-i âhdur

Aña mürekkeb âhda dûd-ı siyâhdur

Azmîzâde Hâletî’nin talihsiz âşıkların sevgiliye mektup yazmak için yanık gönüllerinden çıkan dumanları kafa taslarında mürekkep yapmala- rını söylediği beyti de aynı meseleyi farklı bir hayalle çağrıştırmanın örneğidir:

Dil-dâra nâme yazmaga ‘uşşâk-ı nâ-murâd

Ser kâsesinde dûd-ı dilin eylesün midâd

 

Kitaplarda genellikle bölüm başları, başlıklar yahut dikkat çekilmek istenen yazılar için kullanılan kırmızı mürekkep genellikle âşığın gözyaşları ile benzerlik ilişkisi içinde kullanılır. Sehî Bey’in gözyaşlarının macerasını yazmak için gözyaşından kırmızı mürekkep ezerek, sararmış yüzünü safran rengi bir kâğıda benzettiği aşağıdaki beyti buna güzel bir örnektir. “Za’ferân” kelimesinin safran anlamına gelmesinden hareketle “za’ferânî kâgıd” safranla renklendirilmiş kâğıt olmalıdır. “Mâcerâ” kelimesinin aynı zamanda “akan, akıp giden şey” anlamı taşıdığını da burada gözyaşıyla ilişkilendirilmesi bakımından hatırlatmak yerinde olacaktır:

Mâ-cerâ-yı eşkümi yazmaga yaşum sürh ezüp

Za‘ferânî kâgıd itmişdür Sehî ruhsârını

Revânî de bir beytinde mürekkeplere nöbet şekeri katıldığı bilgisini verir. Şair, yazıya benzettiği yüzdeki tüyleri (= hat) şekere benzettiği dudaklarla birlikte âdeta mürekkep içine nöbet şekeri konması gibi hayal ederek bu uygulamaya dikkat çekmiştir:

Devr-i hatuñda leblerüñi kim görürse dir

Konur mürekkeb içine ‘âdet durur nebât

Mürekkep hokkalarının içine konan ham ipeğe “likâ” denir. Başka isimlerle de anılan likâya, Tuhfe-i Vehbî adlı manzum Farsça-Türkçe söz- lükte yer alan bir beyitteki “Peşm-i devât gerçi dimiş likâya ‘Acem” mısraına göre “peşm-i de- vât” da denilmektedir. Şairlerin âdeti olduğu üzere rakibi kötüleyen Mesîhî, esprili bir dille rakibin yüzünün sakalıyla büründüğü siyahlığı likânın mürekkeple karışarak siyah renge dönüşmesine benzetir:

Hattı gibi siyâh-durur çihre-i rakîb

Âlûde oldı sanki mürekkeb ile likâ

Altın varağın Arap zamkı ve bal katılıp ezilerek mürekkep gibi akışkan hale getirilmesine “altın halletme” (= hall-i zer) denir. Ezilmiş altını mü- zehhip ve nakkaşların yanı sıra hattatlar da yazı yazmada kullanırlar. Şeyhülislâm Yahyâ, sabah güneşinin doğuşunu, güneşin lacivert bir kâsede altın ezmesine benzeterek sevgilinin yüz güzelliğini yazmak için altın suyu gerektiğini ifade eder. Yani güneş sevgilinin güzelliğini anlatmak için âdeta her sabah yazı yazmak üzere malzeme hazırlayan bir hattat gibi lacivert bir kâsede altın ezmektedir. Güzelliği methinin altın suyuyla yazılması sevgilinin ne kadar değerli olduğuna işarettir. Güneşin rengiyle altın arasında ilgi kurulmakla birlikte lâcivert kâse ile kastedilenin gökyüzü olduğu açıktır:

Bir lâciverdî kâsede her subh mihr altun ezer

Vasf-ı cemâlüñ yazmaga cânâ gerekdür hall-i zer

Ezilmiş altın en çok ferman ve beratlar üzerin- deki padişah tuğralarında kullanılır. Bâkî, sarışın bir sultandan söz ettiğine bakılırsa muhteme- len Sarı Selim olarak da bilinen II. Selim’e hitap ettiği bir beytinde sarı kaşları, altın suyuyla yazılmış tuğraya benzetmiştir. Şair padişahın yüzü üzerindeki kaşının sarı olmasına şaşılmayacağı- nı belirtirken bu durumu beratlara  genellikle altın tuğra çekilmesiyle ilişkilendirir:

Tugrâsı berâtun yazılur ekseri altun

Rûyuñda kaşuñ zerd olur ise n’ola şâhâ

Kelime anlamı “altınla sıvanmış, altın yaldızlı” olan “zer-endûd”, altınla yazılan yazı ve serp- me altınla yapılan süslemelere denir. Ganîzâde Nâdirî “Sultanım! Yüzümü senin sakalına sür- sem buna şaşılır mı? Padişah fermanlarının al- tınla yazılması münasiptir” derken, kendi sararmış yüzünü altına, sultanın yüzünü ve sakalını fermana ve ferman üzerindeki yazılara benzeterek padişah fermanlarının (= hatt-ı hümâyûn) altınla yazılması yahut fermanlarda bol altın süsleme kullanılması geleneği arasında ilgi kurar:

Yüzüm sürsem ‘aceb mi ol hat-ı nev-hîze sultânum

Münâsibdür zer-endûd eylemek hatt-ı hümâyûnı

Benzeri bir tablo çizen Hüseynî adlı bir şair ise sevgilinin yüz güzelliğini mushafa benzeterek Kur’an yazısı üzerine altın suyu, yani ezilmiş altın saçılmasına işaret eder:

Mushaf-i hüsnüñ görüp sürsem yüzümi tañ degül

Saçılur altun suyı çün hatt-ı Kur’ân üstine

Yazı çeşitlerine gönderme yapan Mostarlı Ziyâî aşağıdaki beytinde sevgiliye hitaben “Senin saçlarının ve dudaklarının özelliklerini divanıma reyhanî hat ve yakûtî hat ile yazmam gerekir.” derken saçlar için reyhânî, dudaklar için yâkûtî yazıyı uygun görmüştür.

Bir yazı çeşidi olmasının haricinde güzel kokulu bir bitkinin de adı olan reyhân, rengi ve kokusu bakımından saçla ilişkilendirilmiştir. Diğer yandan “hatt-ı yâkût” ile meşhur ve büyük hattat Yâkût-ı Musta’sımî tarzındaki yazı kastedilmiş olmakla birlikte yakutun dudakla ilgisi kırmızı renkte değerli bir taşın ismi olmasına bağlıdır:

Zülfüñ ile leblerüñ evsâfını dîvânuma

Hatt-ı reyhân u hat-ı yâkût ile yazsam gerek

Farklı bir yazı çeşidinin zikredildiği Bâkî’ye ait şu beyte baktığımızda ise şair göğsünün üzerinde açılmış sıra sıra yara ve çizikleri harf ve kelimelerin birbirine bitiştirilerek yazıldığı bir yazı çeşidi olan “hatt-ı müselsel”e benzetmiştir:

Dâglar na‘l ü eliflerle degül peyveste

Safha-i sîneye bir hatt-ı müselsel çekdüm

Her yazı türünün asıl ölçüsünden daha ince yazılmasına “kırma” yahut Farsçasıyla “şikeste” denir. Rakibe hayli sinirlenmiş bir rolü beniseyen Bâkî, dişlerini kırıp gözüne toprak doldurmak istediği rakip için nükteli bir ifadeyle onun dişlerini kırma yazıyla tasvir edip gözlerinin nüshasının karasını toprakla doldurmak istediğini belirtir. Beyitte göz, yazılı bir nüshaya benzetilmiş, gözbebeği ve karalanmış yazıyı kastetmek üzere “sevâd” kelimesi kullanılmıştır. Burada rakibin gözünü toprakla doldurmak anlamında “pür-gubâr itmek” tabiri yazıya rîk dökmeyi de çağrıştırmak üzere özellikle seçilmiştir:

Kırma yazıyla rakîbüñ dişleri vasfın yazup

Nüsha-i çeşmi sevâdın pür-gubâr itsem gerek

Bahsettiği güzelin ben (= hâl) bulunmayan yü- zünde yeni belirmiş tüyleri kırma yazı çeşidine benzeten Taşlıcalı Yahyâ Bey ise bu duruma şa- şılmayacağını, zîra kırma yazının genellikle noktasız yazıldığını söyler:

Levh-i hüsnüñde ne var bî-hâl ise ol tâze hat

Ekseriyyâ kırma hat olur nigârâ bî-nukat

Demir veya çelikten imal edilmiş eşyalar üze- rine altın çakarak yapılan süslemeye ve yazılan yazılara “zernişân” adı verilir. Bir beytinde bu tabiri kullanan Bâkî, âhının yakıcı şimşeği içinde gönlünün ateşinin kıvılcımlarını, ateşler saçan kılıcın üzerindeki zernişân yazılara benzetmiştir. Beyitte kılıçların üzerine zernişan hatla âyet, beyit, güzel söz vb. yazılmasına işaret edilmektedir:

Berk-i âh-ı sûz-nâk içre şirâr-ı nâr-ı dil

Zer-nişân hatdur görinür tîg-i âteş-tâbda

Üzerinde kalem kesilen alete “makta‘” adı verilir. Yenişehirli Beliğ, o güzellik güneşini sabahleyin matla beytinde vasfetmek üzere kalemin dilini maktada bin kere kestiğini belirterek sevgilinin güzelliğini en mükemmel biçimde yazabilmek için kalemin ucunu düzeltip durduğunu söylemeye çalışır. Kasîde ve gazellerde ilk beyte verilen isim olan “matla” aynı zamanda “doğuş yeri” anlamına gelmesi bakımından beyitte güneş (= âfitâb-i hüsn) ile birlikte zikredilmiştir. Bu arada makta kelimesinin aynı zamanda gazel ve kasîdelerin son beytine verilen isim olması matla ve makta kelimeleri arasında bu yönüyle bir söz oyunu yapıldığını da göstermektedir:

Seher vasf itmege ol afitab-i hüsni matla‘da

Zebân-i hameyi kat‘eyledüm biñ kerre makta‘da

Yazı yazıldıktan sonra mürekkebin dağılmasını önlemek için yazı üzerine “rîk” adı verilen bir çeşit ince kum serpilir. İçine rîk konan üzeri delikli hokkaya ise “rîkdân” adı verilir. Aşağıdaki beyitte görüldüğü üzere Nâbî gökyüzünü bir sayfaya, yıldızları ise Utarid’in rîkdanından dökülen rîk tozlarına benzetmiştir. Eskiden rîk içine altın veya mücevher tozları da eklenir ve böylece mürekkep kuruyunca pırıltılı bir görüntü ortaya çıkması sağlanırdı. Burada yıldızların rîk tozuna benzetilmesi bu uygulamayı çağrıştırmaktadır. Eski astronomi anlayışında Utarid’e feleğin yazıcısı sıfatı verildiği için böyle bir tablo içinde özellikle bu gezegene yer verilmiştir:

Sahîfe-i felek üzre nücûma dönmişdür

‘Utâridün dökilen rîki rîkdânından

“Mıstar”, yazı yazılacak kâğıtlarda satır düzeni ve ölçüsünü sağlamak için hazırlanmış bir kalıptır. Bir mukavva parçasına aralıklı satırlar biçiminde ipler gerilmesi sûretiyle hazırlanan bu sayfa kalıbı üzerine âherli kâğıtlar konarak elle yahut sert bir cisimle üzerinden geçilip iplerin izinin kâğıda geçmesi sağlanır ve böylece yazı yazılırken satırlarda belli bir ölçü tutturmak mümkün olurdu. Revânî, “Zamane mecmuasında bu şiiri yazmak için kanun ve rebap senin meclisinde mıstar düzenlemiştir” diyerek, kanun ve rebabı sıra sıra dizilmiş telleri nedeniyle üzerine ipler gerilmiş mıstara benzetmiştir.

Benzeri konulardaki bazı eserlerin yahut çeşitli konularda yazılmış risalelerin bir araya getirilmesi ile ortaya çıkan “mecmua”, aynı zamanda seçilmiş şiirlerin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bugünkü antolojiler mahiyetindeki şiir seçkileridir. Şair, zamane mecmuasında bu şiiri yazmak için söz konusu kişinin meclisinde kanun ve rebabın mıstar düzdüğünü söylerken, bu enstrümanların tellerini mıstarın iplerine benzetmekle birlikte tablonun arka planında şiirlerin bestelenerek meclislerde okunmasına da işaret ediyor görünmektedir:

Mecmû‘a-i zamânede bu şi‘ri yazmaga

Bezmüñde düzdi mıstarı kânûn ile rebâb

Hokka ve kalem mahfazasının birleşiminden oluşan bir yazı takımı olan “devât” kâtipler tarafından bele takılırdı. Bunların gümüşten yapılmış olanlarına işaret eden Nâbî, o güzelin belinde gümüş hokkayı gördüğü zaman muhabbet kılıcının âşığın kemiğine dayandığını belirtir:

Devât-ı sîmîni gördükde ol şûhun miyânında

Yer eyler ‘âşıkun tîg-i mahabbet üstühânında

Üsküplü İshak Çelebi, hat ile ilgili “meşk etmek” tabirini kullandığı şu beytinde sevgilinin kaşlarının eşsizliğini belirtmek amacıyla kudret kâtibinin yıl on iki ay meşk ettiği halde onun kaşlarına eşdeğer bir harf daha çekmediğini söyler:

Meşk eyledi yıl on iki ay kâtib-i kudret

Bir harfi dahi çekmedi kaşına berâber

Yazı yazarken kâğıdın altına konan altlığa “zîr-i meşk” denir. Nâilî-i Kadîm, Defterdar Ahmet Paşa’nın övgüsünde yazdığı bir kasîdesinde muhatabını yüceltmek üzere onun uğurlu eline güneşin altın kalem sunduğunu, bu yüzden ay levhasını zîr-i meşk ederse uygun düşeceğini ifade eder:

Kef-i ikbâline hûrşîd bir zerrîn kalem sundu

Revâdır zîr-i meşk eylerse levh-i mâh-ı tâbânı

Yazarken hata yapıldığı takdirde yanlış olan kısmın sayfadan sert bir cisimle, genellikle kalem açmaya yarayan bıçağın ucuyla kazınarak çıkartılmasına “hakk etme” denir. Sehâbî, gönül sayfasından masiva yazısını kazıyarak silenlerin can sayfası üzerine elif (= vahdet harfi) harfini yerleştirdiklerini söylerken buna işaret eder. Burada şair tasavvufî bir söyleyişle gönülde Allah’tan başka ne varsa silinmesi (= mâ-sivâ hattını hakk) durumunda vahdetin orada tecelli edeceğini “elif” sembolüyle dile getirmiştir:

Safha-i cân üzre vahdet harfini sebt itdiler

Eyleyenler levh-i dilden mâ-sivâ hattını hakk

“Keşîde çekmek”, kuyruklu ve uzantılı harflerin kuyruk kısmının süs için özellikle çekilip uzatılmasıdır. Lebîb, kayan yıldızı (= şihâb) hızlı yazan gökyüzü hattatının kıta ortasında (=miyân-ı kıt’ada) ezilmiş altınla keşîde çekmesine benzeterek hoş bir tablo çizmiştir. Beyitte yıldız kayması esnasında gökyüzünde bir ışık çizgisi ortaya çıkması keşîde çekilmesine, bu olayın süratli bir şekilde gerçekleşmesi gökyüzünün hızlı yazan bir hattata benzetilmesine sebep olmuştur:

Şihâb añlama hattât-ı çarh-ı tîz-rakam

Miyân-ı kıt‘ada zer hall ile keşîde çeker

Şairler için her türlü ilim, gündelik hayata dair herhangi bir bilgi, âdet, gelenek, bir meslek veya her türlü sanat dalı ilham kaynağı olabilir. Aslında şairlerin asıl amacı duygularını bu yollarla daha etkili bir biçimde ifade etmek ve her türlü konuya vâkıf olduklarını göstererek söz söylemedeki beceri ve üstün yeteneklerini göstermektir. Diğer bir ifadeyle bütün bu bilgiler, şairler için duygularını dile getirmede ve sanat kabiliyetlerini sergilemede bir araçtır. Bunu yaparken okuyucuya sözün incelikleriyle estetik bir haz vermenin yanında - yazımızda olduğu gibi hat sanatını ele aldığımızda- bu sanata dair günümüze kadar ulaşmış yahut unutulmuş birtakım bilgileri de aktarmaktadırlar. Bu yazıda verdiğimiz örnekler tadımlık olmaktan öteye geçmemektdir. Ancak bütün edebî eserler titizlikle incelenecek olursa daha nice zengin örnekle karşılaşılarak belki başka kaynaklarda bulunamayacak kadar detay fakat birtakım müşkülleri çözmede anahtar niteliği taşıyabilecek önemli bilgilere rastlamak mümkündür. Şüphesiz bu, hat sanatı araştırmalarına katkıda bulunması yanında eskilerin şiirle ortaya koydukları estetik dünyasının ne kadar zengin olduğunu da göstermeye yetecektir.