KLASİK SANATLARIN VAROLUŞ SERÜVENİ

 Ahmet Zeki Yavaş

Atalarımız, Orta Asya’da yaşam şartlarının zorlaşmasıyla göç etmeye başlamış, Anadolu’ya ulaşana kadar birçok medeniyetle birlikte yaşamışlardır. Bu medeniyetlerin din, kültür ve sanat yaşamlarından  elde edilen birikimler, zeka, kabiliyet ve yetenekle, zaten var olan birçok sanatımızla beraber yorumlanıp geliştirilerek, zengin Türk kültürü ve sanatı dünyaya sunulmuştur.

Dolayısıyla dünya sanat çevreleri tarafından bakıldığı zaman Anadolu, hat, tezhip, ebru, minyatür, cilt, çini, katı’, naht, kalemişi, edirnekarî, kakma ve kündekarî sanatlarının yegâne merkezi olarak görülür.

Medeniyetler, sanat alanında kalıcı eserler ortaya koyabildiği zaman gerçek anlamda var olur. Eski medeniyetlerde sanat, güç ve zenginlik göstergesi olduğundan son derece önemsenmiştir. Batıda resim ve heykel olarak boy gösteren sanat, Anadolu’da sağlam, köklü ve gelenekli temelleriyle klasik sanatlar olarak yaşamını sürdürmektedir.

Bu anlamda uluslararası arenada kabul gören ve estetik değere haiz olan sanat hazinemize sahip çıkmamız, medeniyetimizin en önemli yaşam kriteri olmalıdır.

Avrupalı ressam Picasso, bir hat levhasının karşısında şaşkınlığını gizlemeyip “İşte resim bu, bizim resim sanatında gelmek istediğimiz noktaya, hat sanatı yüzyıllar önce gelmiş.” diyerek bizim sanatlarımızın gerçek seviyesini ve kalitesini ifade etmiştir.

Sanatlarımız genel itibariyle hüsn-i hat etrafında toplandıklarından, başta hat sanatı olmak üzere klasik sanatlarımızın sanat oluş serüveni şöyle anlatılabilir:

Ana yurdumuz Orta Asya’da var olan birçok sanatımız, Anadolu’ya ulaşana kadar farklı kültür ve medeniyetlerin sanatlarıyla etkileşimde bulunarak tekâmülünü sürdürmüş, çeşitli inanç sistemlerine dayalı formların eklenmesiyle gelişerek farklı boyutlar kazanmıştır.

Sanatlarımız, mimarîde de etkisini göstermiş, ibâdethâne, saray, köşk, han, hamam, köprü, çeşme gibi farklı mekânları daha güzel göstermek amacıyla çiniye uygulanmış, duvarlarda kalemişi, ahşap kesimde naht olmuş, ahşap süslenerek kündekâri, sedef kakma, edirnekâri hâline gelmiş ve sanat yolundaki serüven devam ederek sağlam temelleriyle, klasik sanatlar envanterini meydana getirmiştir.

 

Miladî 751 yılında, Karahanlılar döneminde İslâmiyet’i kabul eden Türklerin kültür ve sanat zenginliği, sevgili Peygamberimiz (sav)’in getirdiği İslâm kültürü ile buluşmuş, böylece Türk sanatları farklı ve çok özel bir mecraya girmiştir. Peygamber Efendimiz (sav)’in yazı sanatını teşvik etmesi ile hattatların efendisi Hz. Ali (ra) yazı sanatını geliştirmiş, kufî hattını îcat etmek suretiyle ilk hattat olarak hat sanatı literatürüne girmiştir.

İslâm’ın estetik anlayışının “çirkini güzel, güzeli daha güzel yapmak” düsturundan hareketle, daha güzel yazma gayreti içine girilmiş, sanatların estetik ölçüleri oturmaya ve farklı ekoller oluşmaya başlamıştır. Bu anlayışla, Türklerin sanat zevki ve bilgileriyle gelişmelerine devam eden hüsn-i hat, 1298 yılında Amasya’da doğduğu bilinen ve Türk olan Yakut el Musta’simî’nin, hat sanatında kullandığımız kalemin ucunu sola eğimli kesmesiyle, estetik bir boyut kazanmaya başlamıştır. Bu vesile ile de ilk defa kendisi için “hattat” tabiri kullanılmıştır.

Hüsn-i hat sanatı ruhanî bir hendesedir. Estetik  kıvrımlardan oluşan harflerin, ancak hassas ve uzun çalışmalar neticesinde elde edilebilecek ölçülerle oluşturulması sebebiyle, cismanî aletlerle meydana getirilen bir mühendislik harikasıdır.

 

Hat sanatı özellikle Anadolu’da geliştirilmiş, yazı kenarlarına tezhip, minyatür, katı’ uygulamaları yapılmış, yan kâğıtları ebruyla kaplı muhteşem ciltler meydana getirilerek, kitap sanatları oluşmaya başlamıştır.

Bu dönem itibariyle yazıların etrafında süsleme unsurları geliştirilerek tezhip ve katı’ sanatı oluşmaya başlamıştır. 1426 yılında II. Beyazıt’a da hocalık yapan ve yine Amasya’da yaşamış olan Şeyh Hamdullah, Sultan Beyazıt’ın padişah oluşu ile İstanbul’a yerleşmiş ve sultanın teşvikiyle belirli zamanlarda İstanbul’da Anadolu yakası  civarında inzivaya çekilerek Hızır (as)’ın yardımıyla noktalama usulü ve belirli kurallar çerçevesinde ölçü ve nizam geliştirerek, harflere estetik ve sanat değeri kazandırmıştır.

Hat sanatı bu tarihten itibaren kendisi de bir hattat olan II. Beyazıt’ın öncülüğünde saray tarafından özenle desteklenmiş, yine saray içinde kurulan ve saraya sanat eseri üreten Ehl-i Hiref Teşkilatı ile 16. yy’da klasik sanatlarımızın birçoğu zirveye ulaşmıştır.

Çini, kalemişi, edirnekari, kündekari ve kakma gibi sanatlarımız ise iç ve dış mekan tezyininde kullanılmaktadır.

18. yy’da yaşamış olan Mustafa Râkım Efendi’nin hüsn-i hat sanatına getirdiği yeniliklerin yanında, 19. yy’da yaşamış olan Sâmi Efendi ve Mehmet Şevki Efendi gibi kıymetli hattatlarımız da hüsn-i hat sanatımızın estetik boyut kazanmasında rol oynamıştır.

16 yy itibariyle kitap sanatlarının dışına çıkmaya, mekan süsleme ve levhalarda sunulmaya başlanan hat, tezhib, ebru, minyatür, katı’, cilt, çini, naht, kakma ve kalemişi gibi klasik sanatlarımız günümüzde artık levha sanatları olarak muhtelif mekanların duvarlarını süslemektedir.

Sanatlarımız uygulanırken gelişen teknolojiden faydalanılmasına rağmen farklı etki ve akımlardan etkilenmeden,  klasik olma özelliğini muhâfaza ederek, İstanbul merkezli “Klasik  Sanatlar” adıyla  Anadolu coğrafyasının sahip olduğu sanatlar olarak bilinmektedir.