Geleneksel İslam Sanatları

Yıllar yılı bağrımızda bir sızı olarak duran bir şey var; geçmiş ile kopan bağlarımız… Bunun içine aşk ve heyecanlarımızın sönüşü de dâhil. Bir diriliş arifesinde bulunduğumuz bu günlerde ise sanatta diriliş has köşeyi, ilk makamı tutuyor… Bu, ruhlardaki ilhamların coşması ve imanların gürül gürül akması neticesinde kaleme yürüyen sevda mürekkebinin bir ihtizazıdır...

Sayfalara akmak, taşa ruh vermek bazen de suda renk şehrayini oluşturmak suretiyle tatlı işveleriyle, estetik gamzeleriyle insanlığa mesaj sunmak arzusunun bir yansımasıdır… Bu konuda geleneksel sanatlarımız önemli bir yere sahip ve dünya durdukça da bu önemini yitirmeyecektir. Belki de gün geçtikçe değeri daha da artacak ve bütün insanlığın gönlünde ma'kes bulacaktır...

Atalarımızın medeniyetlerini inşa ederken ortaya koyduğu sanatlar o kadar sağlam temellere dayanmıştır ki, Osmanlının inkırazından bunca sene geçmesine rağmen sanatlarımız dimdik ayakta ve gün geçtikçe revaç bulmaktadır.

Mimaride Mimar Sinanlar, Sedefkâr Mehmed Ağalar ve eserleri, yazıda Şeyh Hamdullahlar, Karahisariler, Râkımlar, Sâmi Efendiler, musikide Dede Efendiler, Itrîler, şiirde Nâbiler, Bâkîler, Nefîler hâlâ saltanatlarını devam ettirmekte ve saygıyla anılmaktadırlar.

Bugünün dünyası, dünün dünyasından her bakımdan çok farklıdır. Sanayi devrimi ile birlikte insanların algılarının yanı sıra yaşadığı ortam büyük değişikliğe uğramıştır. Hızlanan hayatla birlikte insana sunulan veya dayatılan konforlu(!) hayat aslında hem kendisinden hem dünyadan birçok değerin aşınmasına sebep olmuştur. İşin en dramatik yönü, bunun farkına varan insanlığın elinden bir şey gelememesidir. Netice, yalnızlaşan ve bunalıma sürüklenen insan yığınlarıdır. Modern dünyada intiharların fazlalığı bunun en büyük delilidir.

Modernite kavramıyla birlikte en çok sorgulanan modern hayatın insana verdikleri yahut daha doğru ifadeyle insandan aşırdığı değerlerdir. Daha önce tabiatla daha fazla iç içe ve insani değerlerin daha fazla önemsendiği bir hayattan daha ferdî, daha bencil bir hayat tarzı insanlara dayatılmıştır.

İnsani duyguların gelişmesinde önemli yeri olan sanat faaliyetlerinin bugün modern dünyada yer bulması önemlidir. Acaba sanat, yoğun iş temposunda bunalan yahut acımasız hayat şartları içerisinde yalnızlaşan, bunalıma giren, kompleks yapı içerisinde kendini kaybeden insana bir nefes olabilir mi? Bir bakıma kendini ifade etme ve ruhun derinliklerinde seyahat diyebileceğimiz sanat, insana bir şeyler üretme ve ortaya koyma hazzını tatmasına sebep olabilir mi?

İnsanın kendisiyle baş başa kaldığı zamanda, kendisini dinlemesi çok farklı arızlara sebep olduğu artık bilinmektedir. Fakat bu yalnız zamanlarında farklı uğraşılara kendisini vermesi bir bakıma vaktini dolu dolu geçirmesini sağlayacaktır.

Güzel Sanatların temel kavramlarından olan estetik kelimesi “his ilmi” anlamına gelmektedir. Genel olarak denir ki, bir insan bir işi sadece eliyle yapıyorsa işçidir; eliyle ve ruhuyla yapıyorsa zanaatkâr; eli, ruhu ve kalbiyle yapıyorsa işte o sanatkârdır. Her sanat eseri, kendisini seyreden kimseye, cezbeden bir yönünü gösterir. Her sanat eserinde sanatkârın büyük bir el emeği göz nurundan başka, o sanatkârın ruhu ve kalbinin katıldığı görülür. Ayrıca o sanat eserine sanatkârın karıldığı medeniyetin izleri mutlaka sinmiştir.

Bugün artık katedrale çevrilen Kurtuba Camii, Şam Emeviye Camii, Isfahan Cuma Camii, Şeyh Lütfullah Camii veya Osmanlının en ihtişamlı eserlerinden Selimiye Camii’ne baktığımızda şüphesiz İslam medeniyetinin derin izlerini görürüz. Bu ve buna benzer binlerce eser İslam medeniyetinin mührüdür. Sanatkârlar, bu gür ve ana kaynaktan beslenerek eserlerini meydana getirmişlerdir.

“Allah güzeldir ve güzeli sever’’ mealindeki kutsi hadis, insanın eşyaya bakış açısının ne olması gerektiğini ortaya koyan güzel bir tespittir. İnsan hayatında var olan her şeyin güzel olmasına dikkat gösterilmesi, şuurlu insan için gerekli bir hedeftir. Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’e ait her türlü hususun tespiti, güzel sözlerin yazı ile aktarılmasında kullanılan yazıya da metin kadar özen gösterilmesi Müslümanların hedeflerinden olmuştur. Bundan başka ibadet mekânı olarak cami ve mescitlerin inşasında, içinde yaşanılan evlerin iç mekân olarak tasarım ve görünüşüne son derece dikkat gösterilmiştir. Cami ve mescitlerin etrafında gelişen mahalleler insanı dışlayan değil, onlara huzur ve güven veren bir dağılımla meydana getirilmişlerdir.

İslam sanatlarının en önemlilerinden hat sanatını ele aldığımızda, Arap harflerini kullanan bu sanatla, insanı hayrete düşüren zenginlikte ve çeşitlilikte eserler meydana getirilmiştir. Yazı, başlangıcından itibaren, nesilden nesile büyük bir dikkat ve gayretle geliştirilerek güzel sanatlar seviyesine yükseltilmiştir. Daha Abbasiler zamanında İbn Mukle (ö. 328/940) isimli sanatkâr, harf şekillerini belli ölçülere bağladı. İbn Mukle’den bir asır sonra gelen ve aynı yazı ekolünün ikinci temsilcisi İbn Bevvab (ö. 413/1022), İbn Mukle’nin yazısını geliştirdi ve güzelleşirdi. Aynı ekolden son olarak Yakut el-Musta’sımî (ö. 698/1298) isimli hattat, aklam-ı sittenin kaidelerini daha bir belirginleştirerek yazıyı güzelleştirmiştir.

Osmanlı, bütün güzel sanatlara olduğu gibi, yazı sanatına da özel bir ilgi göstermiş, hattatlar, padişahların özel iltifatlarına nail olmuşlardır. Ayrıca Osmanlı padişahları içerisinde bizzat yazı ile meşgul olanlar da çıkmıştır. II. Bâyezid, II. Mustafa, III. Ahmed, II. Mahmud ve Abdülmecid ilk akla gelen hattat sultanlardır. Bundan başka, her tabakadan halk, yazıya büyük bir ilgi göstermiştir.

Harflerin tenasübü yani ideal ölçüsünün bulunması, kalem hâkimiyeti ve harflerin satıra dizilmesindeki kudret ve kuvvet Osmanlı hat mektebinin önemli hususiyetlerindendir. Harf kenarlarında pürüz bulunmaması yani kalem kuvveti, başarısı, aynı şekilde harflerin satırda diğer harflere yabancı durmaması yazı estetiğinin ana unsurlarıdır. Bu hususların, bir yazıda bulunmaması veya başarılamaması estetik bir kusurdur. Bir saç telinin beyaz bir sahifedeki gergin çizgi görünümü, hüsnühatta harflerin yazılışında sağlanamaz ise yahut kalem kalınlığı ile harf büyüklüğü arasındaki ölçü, yani harfin tenasübü yakalanamazsa veya harfler satırda uygun yerlerine yerleştirilemezse bu yazıya hüsnühat denmesi imkânsızdır. Güzel yazı, yani hüsnühat bu üç unsuru da ihtiva etmelidir. Osmanlı, hüsnühatta bu üç unsuru başarı ile kullandığı için yazının merkezi olmuştur.

“Kur’an Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü bir hakkın tesliminden başka bir şey değildir. Usta-çırak ilişkisi, içerisindeki talimle oluşan kuvvetli gelenek, cami, mescit, mezarlıklar ve müzelerdeki sayısız örnek ve malzemenin İstanbul’da bulunması, hâlâ bu kadim Osmanlı şehrinin, sanat merkezi olma vasfını devam ettirmektedir.

Aslında, güzel yazıda, sözün güzelinin kullanılması, Osmanlı yazı sanatındaki estetiğin ana unsurunu oluşturmuştur. Genellikle cami ve mescit giriş kapılarına “Oraya güven içinde esenlikle girin” ve “Selam size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya girin” mealindeki ayetler, içerilere ise Kur’an ve hadislerden güzel nasihatler müminlerin nazarına verilir. Bu bazen “Ölünceye kadar Rabbine kulluk et”, “Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur” mealinde ayetler, bazen de ‘Vaktinde kılınan namaz, ana-babaya iyilik ve cihat Allah’a en sevimli gelen ibadetlerdendir”, ‘’Zamanında namaz kılmaya gayret edin”, “Ölmeden tövbeye gayret edin” anlamındaki hadisler, bazen kelime-i tevhit, kelime-i şahadet olurdu. İsm-i Celal, İsm-i Nebi, Ciharyar-ı güzin ile Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin isimleri cami ve mescitlerin mutlaka bulunması gereken hüsnühat levhalarıdır.

Osmanlı’da evlerin girişine Cenab-ı Hakk’ın isimlerinden “Ya Hafiz: Ey Koruyucu” levhasının konulması güzel bir gelenektir. Aynı şekilde evlerin içine, Hz. Peygamber’in fiziki ve ahlaki vasıflarından bahseden hilye-i şerife levhasının asılması bir gelenek hâlini almıştı. Bu hilyenin, haneyi ve halkını musibetlerden uzak tuttuğu inancı yaygındı.

Bir başka geleneksel sanatımız ebru, suyun renklerle ortaya koyduğu şehrayindir âdeta… Su üzerine serpilen renkler şekil aldıkça bir başka coşku verir insana… Ebru sanatı anlatılırken, külli irade ile cüzi irade misal getirilir daima. İnsan su üzerindeki renklerle birlikte, ebrunun cazibesine kaptırır kendisini. Bu renkler yeri gelir sünbül olur, lale olur, karanfil olur; taraklı ebru olur, battal ebru olur… İnsanı alır götürür sanatın cerbezeli dünyasına, tedavi olur insan zihni âdeta. Ebru sanatında en büyük zevk, su üzerine serpilen ve şekil verilen boyaların kâğıt üzerine alınması ile yaşanır.

Geçmişte sadece kitaplara yan kâğıdı olan ebru sanatı bugün levha olarak duvarlarımızı süslemektedir. Yabancıların en çok ilgi gösterdikleri sanatların başında gelen ebru sanatının bugün Hollanda ve Amerika’da oldukça fazla meraklısı bulunmaktadır. Geçmişten farklı olarak günümüzde ebru sanatçıları, çiçekli ebru çeşidiyle daha fazla meşgul olmaktadırlar.

Ölümü sevimli hâle getiren Osmanlı mezarlıklarında, en önemli unsur mezar taşı kitabeleridir. Servilerin gölgesinde, muhteşem taş işçiliği ve yazı örneklerinin bulunduğu mezarlıklar, birer açık hava müzesi gibidirler. Bu mezar taşlarında erkek ve kadınlar için ayrı formda taşlar kullanılmıştır. Kadın mezar taşı kitabelerinde, kadındaki zarafet ve inceliği görmek mümkündür. Mezar taşının en başında ölümle, insanın fâniliği ile ilgili yahut Cenab-ı Hakk’ın ebediyeti ile ilgili bir ibare yer alır. Alt tarafta ise güzel ifadeler, hüsnühat ile taşa hakk edilmiştir. Bu mezarlıklarda, ölümü sevimli kılmada hüsnühattın ve harika taş işçiliğinin tesiri büyüktür. Çokça söylenen İslam’da heykel sanatının olmadığı sözünü bu taşlar yalanlamaktadır. Eğer heykel, taşa en, boy ve derinlik vererek işlemekse bu özellikler, mezar taşı kitabelerinde fazlasıyla bulunmaktadır. Mimaride de çok sanatlı taş işçiliğini görmekteyiz.

Mimari üslubu olan mescit ve camileri, bunların iç mekânını tezyin eden kalem işi örnekleri, muhteşem çinileri; hüsnühat levhaları, musiki bilgisine sahip imam ve müezzinleri; cami etrafında gelişen mahallesinde bulunan sıbyan mektebi, çeşmesi ve mezarlığıyla hayat zevkini veren eski hayat tarzı bugünün insanının çokça aradığı huzuru kendi içinde b a r ı n d ı r m a k ta idi. Aslında sanatsızlık ve ü s l u p s u z l u k dolaylı bir şiddettir. Aşırı ve hesapsız nüfus, girişi çıkışı belli olmayan sokak ve caddeler, desibeli ayarlanmamış ve musikiden yoksun sesler, geliş güzel sıralanmış ve insanın üstüne üstüne gelen binaların olduğu bir yerde huzurdan bahsedilir mi? Burada bir insanın huzurla hayat sürmesi mümkün müdür? Nerede eski mahallelerimiz…

Dünün Bab-ı Seraskerisi bugünün İstanbul Üniversitesi abidevi ana giriş kapısı, Sirkeci Büyük Postane binası, Sultanahmet’te bulunan Defter-i Hâkâni Binası gibi üslup sahibi kamu binaları gibi çoktandır bina yapamaz olduk. Hangimiz bu binaların sanat gücüne gözünü kapayabilir?

Netice olarak söyleyeceğimiz: Geçmişte atalarımızın sağlam temeller üzerine bina ettikleri sanatlarımızdan akan ruhtur ki bizi ayakta tutuyor. Mimari eserlere sinen medeniyetimizin izlerini hâlâ göğsümüz kabararak seyrediyor, gururla başkalarına da gösteriyoruz. Taş işçiliği yanında yazı sanatının nadide örneklerini barındıran mezar taşı kitabeleri ve bunların bulunduğu mezarlıklarımız, ölümün soğuk yüzünü munis hâle getirerek yabancılarda derin hayranlıklar uyandırmaktadır. Suyun renklerle oyunu olan ebru sanatı yanında renk ve desen albenisiyle çinilerimiz hâlâ göz kamaştırmaktadır.

Bugün ülkemizde, geleneksel sanatlarımıza karşı büyük bir ilgi olduğu muhakkaktır. Sanatkârların özel atölyelerinde, üniversitelerde, belediyelerin açtığı meslek eğitim merkezlerinde geleneksel sanatlar meraklılarına öğretilmekte, sergiler düzenlenmektedir. Yurtdışından birçok meraklı insan, geleneksel sanatları talim için İstanbul’un yolunu tutmaktadır. Uluslar arası sergilerde geleneksel sanatlarımız ilgi görmekte, müşteri bulmaktadır. Uluslar arası müzayedelerde Osmanlı eserleri yüksek fiyata alıcı bulmaktadır.

Evinizden dışarı çıkın bir bakın, her yerde geleneksel sanatlarımızın bir örneği size göz kırpmaktadır… Sanatlarımıza sahip çıkmak, onları yaymak bizim en başta gelen görevimiz olmalı… Üstat Yahya Kemal’in işaret ettiği gibi, “Kırık bir mezar taşı kitabesine ilgi gösterip muhafaza etmezsek, ne din kalır ne milliyet!”

 

Yard. Doç. Dr. Süleyman BERK