350 Hattat bir gecede dükkân kapatmış!

Dünya Bizim

Yağmurlu bir akşam vakti küçük bir grubun iştirakiyle Bâbıâli Sohbetleri'nde usta hattat Hasan Çelebi'yi dinledik.

 Seyhu'l hattatîn Hasan Çelebi üstadın, bütün ilim ve irfan ehli insanlar gibi ibretlik bir hayat hikayesi var. Elbette biz, ESKADER'in düzenlediği Babıali Sohbetleritide bu hikayenin sadece 'ummandan bir katre' kabilinden bir miktarını dinledik ama hem dinlediklerimiz çok güzel şeylerdi, hem de sıcak anlatım üslubundan ve eskilere has nezaketinden dolayı böyle büyük bir insanın karşısında bulunmak insana ayrı bir haz vermiyor değil.

 Mekke'de indi, İstanbul'da yazıldı ve okundu!

 Evvela dikkatimi çeken bir şeyi; hat sanatında maharet ve kabiliyetini dünyanın dört bir yanında kabul ettirmiş böyle büyük bir insanın ellerinin sürekli titrediğini söylesem ne derdiniz? Çizgiye hükmeden ve en ufak ayrıntılara hakim olacak derecede çizginin ve kalemin derununa inebilecek kadar büyük bir incelikle yazı yazabilen böyle bir insanın, sair vakitlerde elinin sürekli titreyip kamışa değdiğinde ayaz vaktindeki göller kadar sakin olabilmesi bir çeşit mucize değil mi?

Sunucunun "Kur'an-ı Kerim; Mekke'de nazil oldu, Mısır'da okundu, İstanbul'da yazıldı." deyişini aktarırken araya giren Çelebi Hoca, simasına yaydığı sıcak bir tebessümle, "yazıldı ve okundu" diyor. Sunucu da gülerek bu 'hata'yı tashih ediyor.

"Kıraç dedikleri tabir tam da bizim köydür." diyor Hasan Çelebi Hoca ve köyünü, çocukluğunu, o dönemin zorluklarında nasıl hayat mücadelesi verdiklerini anlatmaya başlıyor. Kış soğukları başladığı zaman altı ay boyunca diğer köylerle irtibatı kesilen Erzurum/Oltu'ya bağlı İnci köyünde 1937 yılında dünyaya gelmiş. Hocanın araştırmalarına göre 500 sene evvel de köyün ismi aynıymış ve o zamanlar 35 kişilik de gayrimüslim nüfus mevcutmuş: "Demek ki Müslümanlar oraya gelmeden evvel Cenevizliler vardı orada."

"Her türlü yokluğun içinde büyüdüm." diye anlatıyor Hoca, "Allah'tan, bizim orası orman köyü olduğu için yakacak derdimiz pek olmazdı." Hafızlığını dayısında yapmış ve dolayısıyla ilk hocası dayısı olmuş. İlk medresesi ve mektebi, dayısına gelen Köylü ve Köroğlu isimlerinde tek yapraklık gazeteler olmuş. "Bu yazıları öğrenin, lazım olur." diyen dayısının gazeteleri, o zamanlarda bütün bilgisini oluşturan yegane şeylermiş: "Zaten Anadolu'da en mevsuk kitap Mızraklı İlmihaldi. Eğer bir yerden birinin eline Kara Davud da geçmişse o daha derin hoca olurdu. Köylerde eski yazıyı bilenler üçü beşi geçmezdi. İlmi terbiye goreceğiniz, sanat öğreneceğiniz bir yer yok; mecburen gözümüzü Istanbul'a diktik. Istanbul'a geldiğimde sırtımda ceketim, ayağımda ayakkabım yoktu."

 

 

 

Medreseye hileyle nasıl girmiş?

 

 

Hasan Çelebi Hoca, 1954 yılında İstanbul'a geliyor ve Üçbaş Medresesi'ne (Yanılmıyorsam bu medreseyi Ali Haydar Efendi de uzun yıllar ders okutmak için kullanmıştı.) yerleşmek istiyor. Ama yerleşmek de bir dert. "En kötü ihtimalle" diyor, "Birisinin insafına gelir de inşaatta amele olarak çalıştırırsa onun yanına girersin, inşaatta yatar kalkarsın ve eğer becerebilirsen bu arada bir şeyler de öğrenirsin veya inşaat amelesi olarak kalakalırsın."

Medresenin de zor durumda bir yer olduğunu ifade eden hoca, rahmetle andığı medresenin müdürü Eşref Bey'den bahsedip şunları söyledi: "Talebe kabul etmezdi, her şehirden dört kişiden fazla almazdı. Allah rahmet eylesin, sonradan Sultanahmette imam olan Şerafettin Efendi bir kurnazlık yaptı, bana, 'Eşref bey sana sorarsa nereli olduğunu, Erzurumlu olduğunu söyleme, Oltuluyum de' dedi, o Oltu'nun neresi olduğunu öğrenene kadar iş işten geçer zaten." Hoca hakikaten de sorulunca "Oltuluyum" demiş. "Oltu neresi?" denince de "Oltu Oltu'dur." diye cevap vermiş. Eşref Bey "peki" demiş, başka da bir şey söylememiş ve Hasan Çelebi üstadın medrese macerası böyle bir "hile-i şeriye" ile başlamış.

 

Beyoğlu' na gitmenin şartı vardı!

Medreseye kabul edildiği gün hoca için tam bir bayram olmuş. "Ama" deyip, bir de medresede yaşadığı zorluklardan bahsediyor. Bu zorlukları dinlemek ve okumak, o zamanlar İstanbul'un göbeğindeki bir medreseye yeni gelmiş Anadolulu bir çocuğun gözünden yapılan tasvir olması açısından ayrıca mühim. Sırtında ceketsiz geçen soğuk günlerini anlatıyor. Hem de o zamanlar havalar Kasım'da bir başlarmış buz kesmeye, "6 ay bir daha güneş görmezdiniz." diyor. "Hazır mağazalardan giymek imkânı yok, tekstil-konfeksiyon yok. Paran varsa terziye diktirirsin, yoksa Beyoğlu'na gideceksin, oradan giyineceksin. Ona da paran yetmez zaten, Beyoğlu'na da gidemezsin! Beyoğlu'na gidebilmenin şartı vardı çünkü; ayakkabın boyalı, pantolonun ütülü, gömleğin kolalı, saçın taralı ve kravatın olacak."

Söz uzuyor ve uzadıkça hoca, ilk gençliğinde karşılaştığı başka başka zorlukları anlatıyor. Bugün bolluk ve bereket içinde yaşayan insanlara, bilhassa gençlere bunları anlattığını ekleyip nimetlerin kıymetini bilmemizi salık veriyor.

Hat sanatıyla ilk bakışmalar

Açılan müezzinlik imtihanına giriyor ve kazanıyor, yıl 1956. Mihrimah Sultan Camii'ne 45 lira maaşla atanıyor, o zamanlar için büyük paraymış. Gündüz vakti, camide kimselerin olmadığı vakitlerde sırt üstü kubbenin altına yatarmış hoca. Kubbenin etrafında yazılı nefis hattı (sonradan bu yazının hattatının Muhsinzade Abdullah olduğunu öğrenecektir) hayran hayran seyredermiş. "Ama kimse yol gösterip elimden tutmuyor tabii..." diyor. Fatihtte, "Gümülcineli Musta Efendi", "ayaklı kütüphane", "Kabak Musta Efendi" gibi lakaplarla anılan Musta Efendi, müezzin mahfelinin önünde meraklılara bazen yazılar yazarmış. Üstat buranın bir aralık müdavimi olmuş.

Hamid Aytaç'la tanışmasını hiç unutmuyormuş ve o güne dair ayrıntıları bile zikredebiliyor ki demek ki zihninde iz bırakmış. "Yıl 1964. Üzerine kalın bir palto geçirmiş, uzun boylu, fötr giymiş biri... Mayısın ilk günleri... Geceden yağmur yağmış, sabah hafif vuran güneşle dallarda, üzerlerinde şebnemler olmuş tomurcuklar... Berrak bir sabahtı." Bu tanışmadan sonra hep etrafta portakal sandıkları aramış Çelebi üstat, sandıkların tahtalarından kalemler yapıp bir şeyler yazabilmek için. Bugün kalem efendisi olan harikulade insan, bir zamanlar kalemi böylesine aramış ve ona hürmet etmiş demek ki.

"Akıl bazen lazım oluyor gençler!" deyip hayıflandıktan sonra bir de üstüne ekliyor üstat: "Ah, akıl, nerdesin... İlk defa bir yazı tecrübemi gösterdikten sonra bakıp 'böyle olmaz' demişti hoca. Elindeki kurşun kalemi taşın üzerine sürterek çok ince bir uç elde etti; bugünkü gibi 0.3 filan yok o zamanlar. Bir de şunu hesap edin ki Şefik Beyler, kazaskerler zamanında kurşun kalem dahi yok. Yani bu sanat bize kadar böyle gelmiş. O gün Hamit Bey bana o kalemle bir nesih cimi yaptı. Defterimde uzun zaman durdu ama sonra kaybettim. Ah, akıl, onu niye kaybettim!.."

Hattat Hamid Bey, ustatı Halim Özyazıcı'ya göndermiş. Topkapı'nın dışındaki Tepebağı'nda yirmi dönümlük üzüm bağının da sahibi olduğunu söylediği Halim Bey'e ancak dört ay devam edebilmiş çünkü hoca bir kaza sebebiyle rahmet-i rahmana kavuşmuş. Arkadaşlarının da cesaretlendirmesiyle tekrar Hamit Bey'e gitmiş. "Bu sefer Hamit Bey, bir beş dakika kadar sükûtta durdu." diye anlatıyor, "Kabul etse olmaz, etmese de olmaz..." Hamit Bey'in bu tereddüdünü konuşmasının sonunda izah etti üstat. İptidai talebeleri bugün kendisi dahi kabul etmiyormuş. Çünkü belli bir mesafe kat edilip seviye çok ilerledikten sonra henüz hiçbir yol almamış talebeyle uğraşmanın, üstat olmuşların kârı olmadığını söylüyor. 

 

Hamid Bey bıkacağımı sandı, bıkmadım!

Tabii, Hamid Bey, tereddüdünün sonunda "Halim'in yolu bizim yolumuz." deyip kabul etmiş ama Çelebi üstat buradan bir inceliği nakletmeden geçmiyor: "Falanca gün gel de müzakere ederiz, diyor. Bu eskilerin tabiridir. O da bana anlatmıştı ki bir gün Hasan Rıza Efendi'nin Cihangir'deki evine gitmiş Hamit Bey. 'Üstat' demiş, 'İstifade etmek isterim bilginden.' Hasan Rıza Efendi 'Estağfirullah, ne haddime. Bir şeyler yap, getir, müzakere ederiz.' diye cevaplamış." Hakikaten de karşısındaki hiçbir şey bilmeyen çocuğu yaşındaki talebesini -sözle bile olsa- bir şeyleri müzakere edecek seviyede görmek enteresan bir tevazu örneği olsa gerek. Herhalde eskilerin kaybettiğimiz en güzide hasletlerinden biri... Şimdi ikisini de rahmetle anıyor Çelebi üstat.

Böyle başlamış sanat aşkı üstatta. "Sonra" diyor, "Bu bir kibrit çakımıydı. Sonraki dönemde ateşlendi; evi unutursun, aileyi unutursun, gece midir gündüz müdür unutursun... Sabahlara kadar yazmalar çizmeler..." Ama itiraf ediyor ki, Hamit Bey'in yanına ilk gittiğinde nasıl bir yük altına girdiğinin farkında değilmiş. "Ben fark etmeden onun altına girmişim, o benim üstüme oturdu." diyor o yük için. 18 sene Hamit Hoca'nın dizi dibinde olmuş, "10 senelik müddette icazet denilen kıymetli şeyi bize takdim etti, o da epey bir zor oldu. İki sene rabbi yessir yazdırdı, bıkacağımı sandı, bıkmadım! Gitmediğimi görünce ondan sonra ders yazdırdı bana." diyor ve hemen ekliyor: "Allah rahmet eylesin ona... Bugün bir harf yazabilen herkes ona minnettar olmalıdır." 

Hamit Bey'in vefatından sonra ise çok zorlanmış Çelebi üstat. O güne kadar, sıkıntı çektiği yerde danışabildiği bir hocasının artık olmayışı onu zorlamış.

 

Herkes hat sanatının ölümünü bekliyordu

Bir geçmiş-bugün mukayesesinin çok da doğru olmadığını söylüyor üstat. Halim Hoca da, Hamid Hoca da zoraki yürütüyorlarmış işlerini; çünkü takdir yokmuş. O günlerde Halim Hoca'nın yazdığı derli toplu bir şey bulmak çok zormuş, talep olmadığından. Zaten o günlerde herkes hat sanatının ölümünü bekliyormuş. "Ki artık ölmüş gibiydi, o raddeye gelmişti." diyerek küçük bir dönem tablosu çiziyor ve ekliyor: "Bugünle kıyası mümkün değil." Bugüne dair çok ümitli olduğunu anladığımız sözler sarf ediyor: "Kemal bakımından belki bugün Halim Hoca'ya ulaşamadık. Ama ulaşacağımızdan eminim; gençlerin maşallahı var, gayretliler, çok çalışıyorlar."


Bu arada üstat, "Elli defa söylesem elli biri de, söylerim; rahatsız etmiş olmasın..." diyerek Hamit Bey'in bir sözünü ve böylelikle bir tarih vahşetini, bir medeniyetin nasıl vandalizme tosladığını gözlerimizin önüne seriyor: "Harf inkılâbı günü gecesi Cağaloğlu'ndan Bâbıâli'ye kadar, Sirkeci caddesi üzerinde 350 hattatın dükkân kapattığını söylerdi. 350!" ürpertici, kahredici bir tablo. Söylenen mesafenin çok büyük bir yer olmadığını, sadece merkez oluşunu esas alarak düşünürsek İstanbul genelinde medeniyetimizin kıymetlerine meraklı insanların nasıl bir heves kırıklığına uğradığını tahmin etmek zor değil. İnsanın tüyleri diken diken oluyor. Demek bizi boyle öldürmüşler. 

 

Eskilerin sırrı neydi?

Bugünkü hat sanatının problemlerinden birinin malzeme sıkıntısı olduğunu dile getiriyor üstat. "Hat sanatının malzemeleri özeldir. Kullandığımız kalem İran'dan geliyor, Cenab-ı Hak oraya boyle bir nimet vermiş, sadece orda yetişiyor. Mürekkep de ordan çok miktarda geliyor ama işin içine kimya karıştırdılar." Kimyalı mürekkeplerin kalite düşüklüğüne sebep olduğunu söylüyor. "Ecdadın kullandığı mürekkebin bir püf noktası vardı, camilerdeki islerden yapılan mürekkep. Onu henüz elde edemedik. Keşfedemedik ki sebebini ortaya koyalım. Arkadaşlardan güzel âher yapanlar var ama müzehhipler bunlardan şikâyetçi. Püf noktası neyse onu da keşfedemedik. Hindistan'dan asitsiz kâğıt getirdik; bu kâğıdı ışığa tutun, bir yerinde yoğunluk var, bir yerinde boşluk. Yüzeyi düz değil." deyip bugün, üniversitelerimizin eski âherli kâğıtlardaki sırrı keşfetmesi gerektiğini ifade ediyor üstat.

Kendisine 'Dünyanın her yerinde yetiştirdiğiniz talebeler şimdi talebe yetiştiriyorlar' dendiğinde, "Ben iftihar olsun diye yetiştirmedim. İslam sanatı yayılsın diye yaptım." diyor. Nisan ayında IRCICA'da olacak beynelmilel icazet merasimine davet etmeyi de ihmal etmiyor hazirûnu. Amerika'dan, Malezya'dan, Arabistan'dan talebelerine icazet verecekmiş. İcazetli talebelerinin sayısının kaç olduğu sorulduğunda "gayret ediyoruz" cevabını veriyor.

Çok güzel bir akşamı bize lütfettikten sonra, "Konuşmamız biraz çamdan kavaktan oldu ama..." sözüyle yine eskilere mahsus tabiatını meydana koyuyor büyük üstat. Birlikte fotoğraf çektirmek isteyenleri kırmıyor, kısa muhabbet etmek isteyenleri de geri çevirmiyor.

 

Çıktığımda dışarıda hâlâ yağmur yağıyordu, daha da bereketlenmişti.

Sadullah Yıldız, ah bu eskiler, dedi.